The anticipated second season of the HBO show Girls finally aired last Sunday. I had caught the pilot when I was visiting back New York, and was immediately drawn to its hilarious and brutally honest portrayal of twenty-somethings living in New York. A couple of months later, on a particularly warm summer afternoon, I found myself drinking Sunshine Sparklers and watching one episode after another without a pause. I was hooked.
If you haven't seen the show, it's about a quartet of girls and their underwhelming adventures in the city. It's been one-dimensionally compared to Sex and the City. But I assure you that there are no Manolos or Cosmopolitans, nor handsome businessmen or glamorous pent houses. Instead, there are ikea filled apartments, used condoms, awkward job interviews and careless relationships. Some machos may find the title off-putting and if the male viewers stick with it, I'm sure they'll be surprised just how much of themselves they'll catch on the show.
Because just like its characters, or any 25 year-old whose identity hasn't really found its core yet, the show feels appropriately nervous and unsettling. While trying to convince others, but mostly themselves, that they are unique, they desparately try to mold themselves into a stereotypical image of what they think they ought to be. That restless tension between self-entitlement and insecurity however, brings about a whole set of wrong decisions such as chasing emotinally abusive boys and treating the nice ones cruelly, messing up job interviews with inappropriate jokes, seducing married men, attempting threesomes etc etc...
After their fall, they break every little piece of their lives apart, agonizing over every detail (sound familiar?), taking themselves way too seriously in their stuggle through life, carrer, love and sex. Yet in their hyper-analysis, failing to realize that no person, substance or event, can filll the void they feel... except themselves. And that is what's great about the show.... its relatability. When all the glamour is stripped away, and every messy detail is shown without hesitation, we can see ourselves in it.
I go back and forth between adoring Girls and getting completely annoyed with it. I love it for its honesty and curiosity about the identity crisis of my, and adjacent generations. Jack Kerouac called theirs "the lost generation," but it gave them a purpose and paradoxically, an identity. Ours however is more of a lost cause, because of its general selfishness and narcicism. And that is why I get annoyed with it. For its arrogant whining.
Alain de Botton tweeted the other day, "Like the good parent, the lover should first wonder: 'perhaps they're sad and scared rather than mean." This counts for any relationship really and I think Lena Dunham, the 26 year-old creator and a recent Golden Globe winner for this show, is aware of that. What appears to be self-indulgence is actually derived from fear. One of my favorite scenes is when confronted by her boyfriend, the central character screams, "I'm scared, OK? I'm really scared!" The boyfriend replies, "Join the fucking club!"
That scene alone is enough for me to loyally watch this emotional, hilarious, remarkably observant show and the messy lives and well-intentioned friendships of its deeply flawed characters...just like the rest of us.
Uzun zamandır beklenen, HBO'daki Girls dizisinin ikinci sezonu geçtiğimiz pazar nihayet yayınlandı. İlk bölümünü en sonki New York ziyaretimde izlemiştim. New York'da yaşayan yirmili yaşlardaki gençlerin hayatlarını acaip matrak ve acımasızca dürüst bir şekilde sunması beni anında içine çekmişti. Birkaç ay sonra, anormal sıcak bir yaz akşamüstü, kendimi Sunshine Sparklers içip tüm bölümleri ard arda seyrederken buldum. Tamam, show'a kendimi kaptırdım.
Eğer seyretmediyseniz, show New York'da yaşayan dört kızın sıradan maceralarını konu alıyor. Tek yönlü bir şekilde Sex and the City ile karşılaştırıldı ama inanın burada ne Manolo ayakkabılar var ne de Cosmopolitan kokteyller. Ne yakışıklı iş adamları, ne de muhteşem pent house apartmanlar. Yerine Ikea dolu apartmanlar, kullanışmış prezarvatifler, tuhaf iş görüşmeleri ve dağınık ilişkiler var. Bazı maçolar da başlığından ötürü seyretmek istemeyebilirler. Ancak erkek seyirciler de izlemeye devam ederse, kendilerinden parçalar görerek şaşıracaklardır.
Çünkü show aynı karakterleri, hatta kişiliğinin özü henüz yerine oturmamış 25 yaşlarindaki herkes gibi, gergin ve huzursuz. Bir yandan başkalarını, aslında daha çok kendilerini, özel ve benzersiz olduklarına ikna etmeye çalışırken, öte yandan kendilerini can havli ile olmaları gerektiğini düşündükleri, stereotipik bir imaj kalıbına sokmaya çalışıyorlar. Hakettiklerine inandıkları güzellikler ve özgüvensizlikleri arasındaki gerilim, bir seri yanlış kararı beraberinde getiriyor. Duygusal olarak taciz eden erkeklerin peşinden koşarken onları seven erkeklere kötü davranmak, iş görüşmelerine uygunsuz şakalar yapmak, evli erkekleri baştan çıkartmak, üçlü grup seks denemeleri kalkışmak vesaire vesaire...
Düştükten sonra hayatlarını ufak ufak parçalara ayırıyor, her bir detayın üstüne titriyor, kendilerini hayat, kariyer, aşk ve seksle yaptıkları mücadelede acaip ciddiye alıyorlar (tanıdık geliyor mu?) Ama hiper analizlerinde farkına varamıyorlarki hissetikleri o boşluğu hiç bir insan, madde veya olay dolduramaz, kendilerinden başka. Ve işte show'u harika kılan da bu. Bütün göz kamaştırıcı efektler kaldırılıp rahatsız edici detaylar tereddüt etmeden sergilendiğinde... kendimizi görebiliyoruz.
Girls'u sevip illet olmak arasında mekik dokuyorum. Benim, ve bana yakın jenerasyonların, kimlik kriziyle ilgili dürüstlüğünü ve merakını çok beğeniyorum. Jack Kerouac kendi dönemine ''lost generation'' adını koyarak bir paradoks yaratmıştı çünkü aslında bu başlık altında bir kimlik ve amaç sunmuştu. Ama bizimkisi, genel bencilliği ve narsistliğiyle maalesef daha vahim durumda. Sanırım show'da sinirime dokunan da bu işte. Kibirli şikayetleri.
Alain de Botton geçenlerde tweetlemiş. ''Aynı ebevenyler gibi, sevgilimizle ilgili şunu sorgulamalıyız, ''Belki kötü niyetinden değil, üzgün ve ürkek hissettiğinden yapıyor.'' Sanırım bu her ilişki için geçerli ve geçenlerde Golden Globe ödülünü bu show ile kazanan26 yaşındaki yaratıcı Lena Dunham bunun farkında. Kendilerine olan düşkünlükleri aslında korkularından kaynaklanıyor. En sevdiğim sahnelerden biri erkek arkadaşıyla yüzleşmek zorunda kalan ana karakter bağırır, ''Çok korkuyorum, tamam mı? Gerçekten çok korkuyorum.'' Erkek arkadaşı cevap verir, ''Hepimiz aynı klüpteyiz!''
Tek bu sahne bile benim için yeterli, bu duygusal, kahkaha attıran, inanılmaz derecede gözlemci show'un hatalı karakterlerinin dağınık hayatlarını ve iyi niyetli dostluklarını seyretmem için... aynı bizim gibi.
* 1) Photo via Roman-Holiday 2) Photo via Glamour


No comments:
Post a Comment